Doruk Tunaoğlu - Tahran 1906

Tebriz'den Tahran'a iki hafta süren yolculuk sonunda bitiyordu. Sıcak bir yaz sabahında şehre giriyordu Hasan. İleride özgürlüğün sembolü olacak Azadi Kulesi'nin dikileceği boş araziden geçerken, bir an duraksadı, atını durdurdu. Parşömen üzerine yazdığı yazısı çantasında mı diye son kez kontrol etti. Emin olunca ‘deh’ diye bağırarak atına ayağının yanıyla vurdu. Sadece bir saatlik yolu kalmıştı ama heyecanına hâkim olmakta zorluk çeken bu asker, atını koşturuyordu. İngiliz Elçiliği'ne doğru, doğuya, güneşin doğuşuna, İran'ın ilk anayasasına ve özgürlüğe doğru koşturuyordu.

Elçilik bahçesinde büyük bir kalabalık olduğunu duymuştu ama bu kadarını beklemiyordu. Burada toplanmış on altı bin kişilik kalabalık, anayasayı, meclisin ve parlamentonun gerekliliğini, şahın yetkilerinin sınırlandırılmasını tartışıyorlardı. Adeta uçsuz bucaksız bir açık hava politika okuluna dönüşen bu ortam, doğunun uyanışına, halkın kendi kuvvetinin farkına varmasına tanıklık ediyordu.

Bu kalabalığın içinde arkadaşları Ömer'i ve Nizam'ı bulmak zor olmuştu Hasan için. İran'ın önde gelen okullarından Dar-ül Fünun'dan tanıdığı arkadaşlarını görmeyeli uzun bir zaman olmuştu. Bilim adamı ve filozof olan Ömer ve siyasetçi olan Nizam'la tartışmak için sabırsızlanıyordu. Bunun için biraz daha beklemesi gerekiyordu çünkü kalabalık pür dikkat Mirza Cihangir'in konuşmasını dinlemekteydi:

“...Oy hakkı anayasamızdaki en önemli maddedir. Kendini yöneten kanunlara müdahale edebilmek halkımızın en doğal hakkıdır. Son yıllarda olanlar halkın uyanışının bir göstergesi değil midir? On beş yıl önceki tütün devriminde, şahın Ruslara tütün ticaretinde tanıdığı imtiyazları insafsız bulan halkın pasif bir direnişle tütün kullanımını neredeyse sıfıra indirmesi bunun göstergesi değil midir? Geçen sene esnafın şeker fiyatlarının düşürülmesine karşı çıkması, falakalara ve şahın fetvasına rağmen birlik olup fiyatları aynı seviyede tutması, halkın söz hakkı istemesi değil midir? Benim çıkardığım İsrafil'in Borazanı adlı gazete ve nice diğer yayınlar, sesimizi duyurma isteğimizin habercisi değildir de nedir? Farklı olaylar gibi gözükse de bütün bunlar, oy hakkımızı istemekten başka bir şey değildir, en doğal hakkımızı...”

Otuzlu yaşlarına yeni girmiş ve ateşli bir anayasa savunucusu olan Cihangir, konuşmasıyla adeta İsrafil'in Borazanı'nı öttürüyordu. İsrafil'in aksine dünyanın sonunu getirmek için değil, adaletin başlangıcını getirebilmek için üflüyordu. Birkaç ay gibi kısa bir süre içerisinde ilk meclisin açılacağı ve iki sene sonra Muzaffer Şah'ın oğlu Muhammed Ali Şah'ın meclise karşı yapacağı baskın sonucunda idam edileceği aklının ucundan bile geçmiyordu.

“...Bazıları anayasaya karşı çıkıyor, kutsal kitap varken anayasaya ne gerek var diyor. Bu insanlar da bizim gibi Muzaffer Şah'ın uygulamalarından bıkmış durumdalar ve değişiklik istiyorlar. Hatta oğlu Muhammed Ali'nin çok daha zalim bir şah olacağı konusunda da hem fikirler. Bu yüzden şahı devirip yerine kendi istedikleri kişiyi geçirme niyetindeler. Bu mollalar kendi getirdikleri şahla yönetimi kendilerince şekillendirmeyi planlıyorlar. Biz herkesin derdini dinleyebilmek için herkese eşit oy hakkı vermek isterken, bu adamlar kendi aralarında yeni şahı ve yönetimi şekillendirmek istediklerinden anayasaya karşı çıkıyorlar. Bir nevi, sadece kendilerine oy hakkı tanımak istiyorlar. Ve unutmayın ki biz bu düzene izin verdikçe, bu düzenin getirdiği şah da bizi istediği gibi sömürecektir. Ayrıca iddia ettiklerinin aksine, kutsal kitap “işlerinizi aranızda danışarak görün” diyerek demokratikleşmemizi buyuruyor...”

“Az ötemizde mollaların toplantı yaptığını düşünecek olursak, biraz tehlikeli ve sivri bir konuşma” dedi Nizam, her zamanki siyasetçi soğukkanlılığını koruyarak. Arkadaşlarının fikirlerini duymak için sabırsızlanan Hasan hemen araya girdi: “ Cihangir'in genç olmasından dolayı böyle ateşli olmasını anlıyorum ama herkese eşit oy hakkı vermek mi? Devlet işlerinden azıcık olsun anlamayan biriyle benim oyum niye eşit olsun ki? Hadi onları geçtim, hemen yanımızda anayasaya karşı çıkan veya sırf bu şahtan kurtulmak için destekleyen mollaların da mı eşit hakkı olacak? Bunun neresi adil?”

Tartışma açıldı mı, heyecanına hâkim olamayıp sesini yükselten Ömer, yine yüksek sesle ama kavgacı bir tavır izlemeyerek araya girdi: “Hasan, nasıl senin dertlerin, devletten veya şahtan beklentilerin varsa buradaki binlerce insanın da, ki buna mollalar da dahil, farklı farklı istekleri var. Şahın kendi keyfince hareket etmesinden bıkmadık mı? Belli insanlara daha fazla oy hakkı verecek bir sistemin şu anki sistemden ne farkı olur? Yine belli bir zümrenin yönetimine dönüşmez mi? Şah yerine bu sefer bu insanların halka zulüm etmeyeceği ne malûm? Ayrıca kime ne kadar hak vereceğine nasıl karar vereceksin? Senin istediğin adamları getirecek seçeneği bulana kadar sayılarla mı oynayacaksın Hasan? Halktan yönetimle ilgili geri bildirimi nereden alacaksın? Unutma, şanlı bir asker olmadan önce, sen de onlardan farksızdın.” Pek düşünmeden fikirlerini açıkça ortaya koyan bu korkusuz adam, cebinden Fransızca'dan Farsça'ya çevirdiği gazete kupürlerini çıkardı. Tehlikeleri göze alarak, çağdaşçı diye bildiği insanlara bu çevirilerden dağıtıyordu. Kilise ile devletin ayrılmasından halkın egemenliğine kadar değişik konularda yaptığı çevirileri “Avrupa'da olup bitenden de mi haberin yok yoksa senin?” diyerek Hasan'a uzattı.

“Ne yani, senin istediğin tam demokrasi mi? Garp usulü bir demokrasi mi? Peki ya kadınlar, kocasının sözünden çıkmayan evine kapalı şu zavallılara da mı oy hakkı vereceksin? Hadi beni geçtim, bu halka bunu nasıl kabul ettireceksin? Ayrıca artık ben saygı duyulan bir asker olduysam ve eğer diğer insanlardan daha iyi anlıyorsam devlet işlerinden, elbette daha fazla oy hakkı talep edeceğim. Adaleti sağlamak için de herkese mevkisine göre oy hakkı vermeliyiz.”

Bir yandan eliyle Ömer'e çevirileri ortadan kaldırmasını işaret eden Nizam, bir yandan da her zamanki ciddi ve karizmatik ses tonuyla konuşmaya başladı. “Aslında ikiniz de haklısınız. Bir o kadar da haksız. Ömer'in söyledikleri uzun vadede olması gereken şeyler. Modern bir İran'ın gelmesi gereken nokta bu. Ama cumhuriyet, kadın hakları, hatta bırakın bunları bir yana laiklik bugün söz konusu bile olamaz. Bunlardan herhangi birini savunmak, bu güzellikleri yeşertecek anayasa tohumunu öldürmek olur sadece.” Bir siyasetçiye yakışır şekilde ağırbaşlı ve öngörülü konuşuyordu Nizam. Kadınlara oy hakkı verilmesi için elli yedi sene sonraki Beyaz Devrim'i ve en azından ismi cumhuriyet olan bir yönetim için yetmiş üç sene sonraki İslam Devrimi'ni beklemeleri gerekiyordu. Muhammed Rıza Şah'ın İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra başlattığı laikleşme hareketlerinin dirilmesi içinse belki de birkaç yüzyıla ihtiyaçları vardı.

“Hasan” diye devam etti Nizam, “Eğer amacımız adaleti sağlamaksa sonuna kadar haklısın. Daha çok anlayanın daha çok söz hakkı olmalı. Hatta en iyi anlayan kişiyi başımıza diktatör olarak getirebiliriz. Böyle bir diktatörle çok kısa zamanda büyük mesafeler katedebiliriz. Ama unutma ki bugün bu halde olmamızın sebebi Muzaffer Şah gibi bir adamın bütün yetkileri elinde bulundurmasıdır. Muhammed Ali'nin şah olacağı zamanları hayal bile etmek istemezsin bence. Bu yüzden bugün yapmamız gereken anayasayı sonuna kadar savunmak ve verebildiğimiz kadar erkeğe oy hakkı vermek. İşte bu yüzden bu işin adaletle hiçbir ilgisi yok. Güzel bir gelecek istiyorsak yapabileceğimizin en iyisi bu. Ne Ömer gibi uzak gelecek hayalleriyle bugünü baltalamalıyız ne de senin gibi adaleti sağlayacağım derken lanetlediğimiz adamlardan farksız hale gelip halktan kopmalıyız. Bir diktatörün veya bir zümrenin kararıyla iyiye ya da kötüye son hız koşturacağımıza, hepimizin kararıyla bir yöne hareket etmeliyiz. Eğer yanlış yaparsak bu hepimizin yanlışı olur ve altından kalkması çok daha kolay olur.”

Hasan fazla düşünmeden ani bir cevap verecekti ama gözler konuşmasını yapmaya başlayan Seyid Muhammed'e döndü. Uzun ak sakalları ve kafasındaki siyah sarıkla mollaları andırmasına rağmen, Muhammed monarşiye karşı cumhuriyeti savunuyordu. Bakış açısı ve etkili konuşması bazılarını uzaklaştırırken, çok daha fazlasını kendi yanına çekiyordu. Aslında böyle birinin bırakın altmışlarını otuzlarını görmesine bile izin vermezlerdi ama Muhammed'in yaşadığı tasavvuf hayatı onu olası saldırılardan korumuştu. Yaşının da getirdiği olgunlukla yavaşça konuşmaya başladı.

“Şeker zamlarını takiben yapılan işkenceler sonucunda Şah Camisi'ne sığınanlar arasındaydım. Bu mekânın kutsallığını hiçe sayan şahın askerleri bizi zorla dışarı çıkarttılar ve dağıttılar. Bu olay ulemanın çok ağırına gitti ve bunun sonucundaki baskılarımız sayesinde İran'ın ilk adalet sarayının kurulmasını şaha kabul ettirdik. Ama insanlara insafsızca, sorgusuzca yapılan işkencelerde ve adaletsiz uygulamalarda hiçbir eksilme olmadı. Eğer adalet, kanun önünde eşitlik ve ulusal hükümet istiyorsak anayasayı sonuna kadar savunmak zorundayız. Eğer ki şahın uygulamalarından bıktıysak, şeker fiyatını kendimiz belirlemek istiyorsak, ülkemizin yabancılara parça parça satılmasını istemiyorsak, yönetimde söz hakkına sahip olmak zorundayız. Bunu da hep beraber yapabilmemiz için meclise ve eşit oy hakkına ihtiyacımız var.”

Seyid Muhammed bir an duraksadı, din adına yapılan zulümlerin dinle ne kadar alakalı olduğunu düşündü. “İnsanları ikna etmek için dini kullanırsam Muzaffer Şah'tan ne farkım kalır?” diye aklından geçirdi. Sonra çok fazla seçeneği olmadığını fark etti, anayasa hayaline kavuşmak istiyorsa elindeki bütün imkânları kullanması gerekiyordu.

“Anayasaya dine aykırı diye karşı çıkanlar var. Onlara önemli bir sorum olacak. Şahın cami basması, keyfince ülkeyi ve haklarımızı satması dine aykırı değil de adaleti ve eşitliği istemek mi aykırı? Bir kişiyi kutsal lider seçip onun kölesi olmak aykırı değil de her kulun ayrı ayrı değerli olduğunu görüp herkesin sözünü dinlemek mi aykırı? Bir grup insanın dini kendi istekleri doğrultusunda eğip bükmesi aykırı değil de, bizim adaleti sağlayacak yasaların temelini atmamız mı aykırı? Anayasaya ve eşitlik hakkına sahip çıkamazsak eğer, din dâhil bir sürü şey bir grubun elinde oyuncağa dönüşecektir. O zaman bize gelip de keşke anayasayı korusaymışız demeyin. Anayasanın ve kutsal kitabın birbirine karşı olmadığını, aksine birinin öbürünü koruduğunu fark edemedik demeyin. Unutmayın ki, eğer karşıysanız anayasaya, size danışılmadan sizi istediği gibi yönetecek şahlardan da siz sorumlu olacaksınız ve onları değiştirmek için hiçbir gücünüz olmayacak.”

Etkilendiğini belli etmemek için mimiklerini zor kontrol eden Nizam “Güzel bir konuşma, olması gerektiği kadar dengeli, olması gerektiği kadar saldırgan. Ne bir eksik ne bir fazla. Helal olsun sana Seyid Muhammed, inanıyorum ki Mirza Cihangir'le beraber sen anayasanın kabulü ve meclisin açılışında büyük roller üstleneceksiniz. Bu yaşına rağmen bu canlılık, bu dirilik, helal olsun sana.”

Nizam'ın nadiren etkilendiğini bilen Hasan, mutlu ama alaycı bir ses tonuyla “Kutlama törenlerini bitirdiysen bir soru soracağım” dedi. Nizam ciddi bir surat ifadesine bürünür bürünmez, “Kendi sonumuzu hazırladığımızdan korkuyorum, ya meclise seçilenler meclisi kapatmaya karar verirse? Ya halk oylamasından demokrasi değil de monarşi çıkarsa? Bütün ihtimallere rağmen hala eşit seçme hakkını savunuyor musun?” Fikirleri yavaş yavaş değişen Hasan, bu sefer karşı çıkmak için değil sorgulamak için soruyordu.

Ömer her zamanki gibi hızlı bir şekilde araya girdi. “Bu dediklerinin hepsi olabilecek şeyler ama hiçbiri doğru olanı savunmamamız için yeterli değil. Elimizdeki kaynaklarla yapabileceğimizin en iyisi bu. Ben de isterim ki, bir diktatör gelsin bizi çok ileri götürsün. Ya da biz başa geçelim, senin benim gibi okumuş, hayatı sorgulayan insanlar halkı yönetsin. Güneşli günlere koşarak ilerleyelim. Her ne kadar kulağa hoş gelse de, bu düzen başındaki insanlar gibi çürümeye mahkûm. Tarihin de gösterdiği gibi, böyle bir sistemin eninde sonunda monarşiden farkı kalmayacaktır. Elbette küçük yardımlarla, din sömürüsüyle ve hatta bizden daha çok meclis taraftarı gözükerek meclisi ele geçirebilirler. Bu durumda bizim yapmamız gereken, bir yandan halkı aydınlatmak, bir yandan da sevmediğimiz insanlar tarafından yönetilen meclisi ve sandığı korumaktır. İnanıyorum ki gün gelecek ve yüzyıllardır bahtsız olan şu topraklar güneşine kavuşacaktır. Dediğin gibi kendi sonumuzu hazırlıyor olabiliriz ama bunu yaparken belki de çok ileride yeşerecek bir demokrasinin tohumlarını ekiyoruz.”

Halka seslenme sırasının Hasan'a geldiğinden mi yoksa Hasan'ın ikna olduğundan mı bilinmez, Hasan Ömer'e cevap vermedi. Onun yerine Nizam'a dönüp, “Şah ne olacak? Günümüz şartları dâhilinde şahlığı ortadan kaldırmamız mümkün değil. Ama bir yandan da haklarını kısıtlamak istiyoruz. Haklarını kısıtlamamız kutsallığını azaltmamıza denk değil mi? Eğer denkse bu halkın tepkisini çekmeyecek mi?”

Nizam sakince anayasa ile ilgili notlar tuttuğu defterini açtı, aradığı başlığı buldu: Şah ve Hakları. Biraz göz gezdirdikten sonra bir cümleyi Hasan'a gösterdi: “Şah kanunlara uyacak ve taç, şaha halk tarafından verilen kutsal bir armağan olacaktır.” Hasan “Pek anlayamadım” dedi. Nizam eline kalemi aldı ve iki kelimenin altını çizdi: “Halk tarafından”.

Hasan hafifçe gülümsedi. Konuşmasını yazdığı parşömenleri cebinden çıkardı, Ömer'e ve Nizam'a doğru uzattı. “Sizde kalsın.” dedi. Anayasa devriminin ve tarihin bir parçası olmanın verdiği gururla, arkadaşlarıyla beraber olgunlaştırdığı fikirleri paylaşmanın heyecanıyla ve bir gün açacakları meclisin ve insanların önüne koyacakları sandığın hayaliyle konuşmasına başladı.

“Doğu artık uyanıyor. Yaşadığımız tüm olaylar bunun göstergesi. Halk, monarşinin küçük bir çevreye verdiği hakkın aslında kendine ait olduğunu görmeye başladı. Kendi insanından güç almayan bir sistemin yaşamasının mümkün olmadığını görüyoruz. Madem bizim desteğimiz olmadan bu sistem çalışmıyor, madem tek tük olduğunda az çıkan seslerimiz beraberken kocaman bir çığlığa dönüşebiliyor, o zaman biz de birleşip sesimizi sonuna kadar duyurmalıyız. Herkes sesini çıkarabilmeli ki herkesin derdi duyulabilsin. Yaptığımız her şeye karşı çıkanları bile sabırla dinlemeliyiz. Bunu başaramazsak halktan koparız. Herkese eşit davranmazsak ve sadece kendi bildiğimizi doğru kabul edersek, belki bugün değil ama elbet bir gün şahtan ve onun zorba yönetiminden farkımız kalmaz. Ve o gün geldiğinde bizim gibi toplanan binlerce insan yaptıklarımızın hesabını soracaktır.”

“Anayasaya karşı olan bazıları, şah gibi Rusya ve İngiltere'den medet umuyor, bu durumu onların çözmesini bekliyor. Unutmayın ki demokrasinin ve aydınlanmanın merkezi olan garp, kendinden beklenmedik bir şekilde bir o kadar da ikiyüzlüdür. Bugün İran'da söz hakkına sahip olmak için bize elçiliğin bahçesini açan İngilizler, yarın İran'ın kendi kendini yönetebilir hale gelmesinden korkup anayasaya ve meclise savaş açabilirler. İşte bu yüzden, kendi kendimizi hem de herkesi kapsayarak yönetmeliyiz. Bu ülkeyi çürütmek için sadece şaha değil, halkın çoğunluğuna para yedirmek zorunda kalmalılar. Eğer gün gelir de buna izin verirsek, kendi isteğimiz doğrultusunda kendi ellerimizle bunu yaparız. Bizim ne halde olduğumuzdan bihaber bir zümrenin arzuları için ülke satılmış olmaz en azından. Çabalarımızı baltalamaya çalışan ikiyüzlü batı devletlerine üzülüyorum. Önemli bir gerçeğin farkında değiller: Doğu artık uyanmazsa, batının gözüne uzun süre uyku giremeyecek.”

“Anayasaya eşit oy hakkı koymak adil mi diye sorabilirsiniz. Hayatında bir kere bile 'neden' diye sormayan adamlarla beni bir tutmayın diyebilirsiniz. Sonuna kadar haklısınız, bu adil değil. Bu milleti bu işlerden anlayanlar yönetmeli. Peki kimin ne kadar anladığına nasıl karar vereceğiz? Kimin kıstaslarına göre karar vereceğiz? Yapacağımız herhangi bir sistem bunu düzgün bir şekilde değerlendiremeyecektir ve kendimizi istediğimiz insanları seçebilmek için sistemi eğip bükerken bulacağız. Bu durumda da kendi çıkarlarına ulaşmak için şekilden şekle giren Muzaffer Şah'tan farkımız kalmayacaktır. İşte bu yüzden, adil olduğu için değil ama doğru olduğu için oy hakkımızı savunmalıyız. Halkın önüne bir anayasa ve sandık koymalıyız. Hiçbir şeyi sorgulamayan adamlar bile 'neden' diye sormaya başlayana kadar onları sandığa davet etmeliyiz. En önemlisi de ne pahasına olursa olsun anayasamızı ve sandığı sonuna kadar savunmalıyız.”

“Demokratik bir sisteme geçerek kendi sonumuzu hazırladığımızı düşünenler çok da haksız sayılmaz. Gün gelir meclise seçilenler meclisin kapısına kilit vurabilir, gün gelir anayasayı koruması gerekenler onu en büyük düşmanları ilan edebilir, gün gelir halka sahip çıkması gerekenler onları ikna edip kendi emelleri doğrultusunda kullanabilirler. Böyle karanlık günlerde bile şunu asla unutmamalıyız: Bizim bugün serptiğimiz demokrasi tohumları er geç meyvesini verecektir. Kendi sonumuzu hazırlıyor olabiliriz ama bu son hazırlayabileceğimiz en güzel sondur. Bizim sonumuz aydınlığın başlangıcı olacaktır.”

Ömer şaşırmış bir şekilde Nizam'a döndü, “Bu kadarını da beklemiyordum.” dedi. Suratında gururlu bir gülümseme olan Nizam'ın cevabı hazırdı: “Tam benim beklediğim gibiydi, bazen hırçın, bazen temkinli, bazen sorgulayan ama her cümlesinde insanları sorular sormaya yönlendiren bir konuşma. Adeta üçümüzün harika bir karışımı, kurduğumuz üçgende mükemmel bir denge noktası. Tebriz'in korkusuz oğlu Hasan, senin yolun açık, bizim sonumuz hayırlı olsun.”

Not: Ömer, Nizam, Hasan ve hikâyedeki tüm konuşmalar hayal ürünüdür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder