Arzu Halci - Alışveriş

İnsan, tarih boyunca, ilkin hayatta kalmak, sonrasında güçlü olmak arzusu için, bazen kuralsız; ama çoğu zaman da yazılı olmasa bile birtakım kurallar bütünüyle diğerleriyle birlikte yaşama gereğinde kalmıştır. Önceleri tek başına zayıf olan insanlar, birlikte avlanınca daha başarılı, görev paylaşımı yapınca daha verimli olduklarını fark etmiş; bununla birlikte gruplaşmış, yani toplumlaşmıştır. Sonrasında bu toplumlaşmalar, görevlerin faydaları, kolaylıkları ve statülerinin farklı olması sonucu sınıflaşmaya sebep olmuştur. Basit anlamda –mikro düzeyde- başlayan bu anlayış, sonrasında devletlere kadar ilerlemiştir. İnsan kaynağını iyi kullanabilen devletler, başarılı devletler olmuş, hüküm sürmüş, hükmetmiştir. Ta ki sanayi devrimine kadar.

Sanayi devrimi sonrası, bambaşka bir hikaye. Bu sürecin sonunda, güçlü olmak, insanı iyi kullanmaktan çıkıp, elindeki kısıtlı kaynağı en yüksek faydaya çevirebilmek şeklinde tanım değiştirmiştir. Ve bu da insanları, toplumcu olmaktan bireyci olmaya doğru yöneltmeye başlamıştır. Kabul etmemiz gerekir ki, yaşadığımız toplum, her ne kadar bireyci olma yönünde hızla ilerlese de; toplumcu bir algıya sahip olmaya devam etmektedir. Bunun sebebi ise sanayi devriminin yankılarının toplumumuza çok daha geç ulaşmış olması ve algılara henüz tam olarak oturmamış olmasıdır. Kaldı ki zaten Osmanlı’yı yıkan sebep de onun bu değişime ayak diremesidir.

Toplumcu ve bireyci bakış açıları arasındaki farkın temeli, toplumcu anlayışta ortak faydanın kendine yansıması ile kalkınan bireyin, bu çerçevede etrafındakilerle sürekli etkileşim içerisinde ve karşılıklı güven ile çalışma gerekliliğidir. Yani toplumcu bir grupta, insan “güvenmek zorundadır”. Sosyal devlet kapsamında, bu güvenin kötüye kullanılması da çok sık karşılaştığımız bir durumdur. Her ne kadar ülkemizde olmasa da bu sistemin güven açığından yararlanıp, iki işsizlik maaşı, çocuğu sayısınca ekstra ödeme alan, üstüne barınma hakkı çerçevesinde ev sahibi olarak yaşayanların sayısı hiç de az değil. Bireysellikte ise temelde, insan kimseye güvenmez. Kişiler, getirdiği faydalar çerçevesince toplumda yer almaya hak kazanırlar. Dolayısıyla kişi, daha fazlasına katılabilmek için daha faydalı olmaya çalışır. Günümüz metropol insanındaki hırs da temel olarak sadece bu olgudan, yani daha fazla katılma isteğinden kaynaklanır.

Gelelim bütün bunların kendi çevremizdeki yansımalarına. Anlattıklarım çok maddi çerçevede göz önüne konmuş olarak görünebilir; fakat bu temel prensipleri, insan ilişkilerine yansıtmak hiç de zor değil. İnsan her hücresine kadar bencil bir varlık. Yaptığı herhangi bir şey, kendisine hiçbir fayda sağlamasa bile, ya bir haz ya da duygusal tatmin verecektir. Sebepsiz ve çıkarsız, bilinçaltı ya da bilinç üstünde herhangi bir davranışımız söz konusu değil. Dolayısıyla insan, ilişkilerini bile bir meta elde etmek için kurar. Güvenilir insan olmak, çevre tarafından olumlu değerlendirilmektir bilinçaltına göre; bu ise, zaman ve haz paylaşımında yer alabilmeyi getirir. Karşı taraf ise güvendiği insandan, güvenini boşa çıkartmadığı için bu paylaşımları esirgemez. Dolayısıyla sadece bir alışveriştir güvenmek ve güvenilmek. Ne yazık ki başka bir şey değil. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder