Basat Tepegöz - Huzur için Güven

Üzerine çok makaleler, şiirler, romanlar yazılan bir konudur güvenmek… İnsan, çoğu zaman karşı tarafa niye güvendiğini ya da neden güvenemediğini anlatma isteğiyle yanıp tutuşur. Duyduğu güven sonucunda ne kadar mutlu olduğunu ya da güvensizlik yüzünden ne kadar zor durumda kaldığını anlatır durur. Kısacası; vaziyetten anlıyoruz ki güvenmek insan için “olmazsa olmaz”lardandır. Bu, ruhi bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyacın temel nedeni huzur arayışıdır.

Soru işaretlerini gidermek adına hemen açıklayalım: Huzur ile güvenmek arasındaki ilişki, insanın varoluş savaşında yarattığı bir dizi sebep-sonuç ilişkisi zincirinin basit bir halkasıdır. Şöyle ki; canlı bir varlık olan insan, evrendeki diğer tüm canlılar gibi bir varoluş savaşı içerisindedir. Basit canlılarda olduğu gibi sade bir “soyunu devam ettirme içgüdüsü” dışında, düşünen bir canlı olan insan, kaliteli ve uzun bir yaşam sürmeyi de hayatında temel amaçlardan biri haline getirmiştir. Hatta bu doğrultuda zekasını geliştirmiş ve işi doğayı kendine ayak uydurmaya zorlayacak kadar ileri götürmüştür.

Nedir insanı uzun ve kaliteli bir yaşama yaklaştıran etkenler? Tabi ki birbiriyle iç içe birçok etken vardır ama bunları temel olarak fiziksel, ruhsal, çevresel olarak ayırabileceğimizi düşünüyorum. Fiziksel ve nispeten çevresel etkenlerin kontrol altına alındığını varsayalım. Peki, ya ruhsal etkenler? İşte tam bu noktada huzur arayışı başlar insanda… Huzura ulaşmak için, insanın kendisi de dahil olmak üzere, bir şeylere güvenmesi gerekir, zira hayatı boyunca bütün dizginlerin elinde olması mümkün değildir. İnsanın yaşamını etkileyen (hele ki dünyanın git gide küçüldüğü bir ortamda) o kadar fazla değişken var ki; bunların hepsini bir kişinin kontrol etmesi zaten imkansız. Her şey birbiriyle etkileşim halinde gelişiyor ve çevresindekileri etkiliyor. Böyle bir ortamda, (biraz da çaresizlikten) yapılabilecek en mantıklı davranış, hayatımızda kontrol edemediklerimizi kontrol eden kişilere güvenmektir.

Ufak bir beyin fırtınası yapalım hemen: Kimlere güveniyoruz hayatta? Ana-babaya, kardeşe,  ev arkadaşına, sevgiliye – eşe, çocuklara, iş ortaklarına, takım arkadaşına… Hatta işin dini boyutunda peygambere ve Allah’a bile güveniyoruz. Tabi ki her şeyden önce kendimize güveniyoruz.

Bu bir çırpıda saydığım, hayatımızı yakından etkileyen simalara neden güvendiğimizi (ya da güven duymak istediğimizi) sorguladığımda, kendime verebildiğim tek cevap “iç huzuru yakalamak”…  Bu cevap müthiş bir bencilliğin ürünü değildir kesinlikle; özünde her insan bencildir, lakin bunun nasıl dışa vurulduğu önemlidir.

Ana-babaya güveni ele alalım. Hatta bu grubu sadece ana babayla sınırlı tutmayalım, daha küçücük bir bebeyken bizim bakımımızı üstlenen, bizi bir noktaya getiren ve kendi ayaklarımız üzerinde durmamızı sağlayan insan grubu olarak genişletelim. Bizi hayata hazırlayan bu kişilere karşı duyduğumuz minnet ve saygı sayesinde güvenmemiz de kaçınılmazdır. Hayatımızın ilerleyen evrelerinde, çok dara düştüğümüzde, en kolay kaçış yolu olarak bu kişilere sığınırız. Bir nevi “ilk başa” dönmek, yaraları sarmak ve yola yeniden çıktıktan sonra aynı hataları tekrarlamamak için yaparız bunu. Bu istek ne kadar doğal ve hoş gözükse de özünde bencilcedir (çünkü karşı tarafa duyduğumuz güvenin pratikte karşı taraf için bir yararı yoktur, karşı tarafın duyacağı manevi haz ise onun iç dünyası ile ilgilidir) ve iç huzuru yeniden yakalamaya yönelik bir davranıştır.

Eşe, dosta, kardeşe, iş arkadaşına vb. simalara duyulan güven duygusu ise genellikle defansif amaçlıdır. Örneğin bir iş gezisine çıktığınızda iş ortağınıza sizi yarı yolda bırakmaması için, eşinize siz evden uzakken sizi aldatmayacağı, çocuklara göz kulak olacağı için, çocuklarınıza akıllı-uslu oturup derslerine çalışmaları için, yakın dostlarınıza onlara emanet ettiğiniz şeyler ve paylaştıklarınız için güvenmek zorundasınız. Eğer bu gruplardan bir tanesinde bile güven eksikliği durumu varsa türlü türlü düşünceler beynimizi kemirmeye başlar; durumun vehametine göre önce düşüncelerimiz, sonra davranışlarımız değişir. Sonuçta stres ve belirsizlik dolu, kısacası huzursuz bir yaşama yelken açarız. Hatta, din adamlarının sürekli yaptığı “Allah’a güvenin çünkü o her şeyi görür ve bilir; dışa vurmasanız bile içinizdeki iyiliği bilir ve size cennetin kapılarını açacaktır.” ve benzeri telkinleri düşündüğümüz zaman, bu telkinlerdeki esas amacın Allah ile kul arasında bir güven bağı kurarak, insanı dine bağlı tutmak olduğu anlaşılıyor. Dinine bağlı kalmak isteyen ama Allah’a güvenemeyen bir kişinin içine düştüğü huzursuz ortamı bir düşünsenize…

İnsanın kendine duyduğu güven ise bana göre her şeyden üstündür. Kendine güveni olmayan bir insan, en basitinden yolunu şaşırır, mantıklı kararlar alamaz ve stres altında kalır. Böyle birinin ne kendine ne de çevresindekilere faydası vardır. Muhtemelen alacağı dengesiz kararlar ve yapacağı tutarsız hareketler yüzünden bir süre sonra yalnızlığa düşecek ya da birilerine muhtaç bir yaşam tarzını benimsemek zorunda kalacaktır. Bu seviyedeki bir insanın, bir başkasına duyacağı güven ya da güvensizliğin önemi de kalmaz. Bu durum pek tabi ki kaliteli ve uzun bir yaşam sürme yolunda istenen bir durum değildir.

Uzun lafın kısası; güvensiz ve belirsizliklerle dolu bir ortam, aklı selim hiçbir insanın uzun süre bulunmak istemeyeceği bir ortamdır.  “İşleri düzene sokayım”, “kafamı toparlayayım”, “bir iki gün yalnız kalayım” gibi mazeretlerin çıkış noktası da budur. En temel amaç ise iç huzuru bulmaktır. Huzuru bulmak için ise birilerine ya da bir şeylere güvenmek kaçınılmaz bir istektir. İnsan doğasının temel araçlarından biridir ve bizimle birlikte varolmaya devam edecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder