Doruk Tunaoğlu - GÜNEŞ ve HANÇER

Sıcak bir yaz gecesi, rüzgarda sallanıyormuş gibi parlayıp sönen yıldızlar, denizin ortasında birbirinden güzel dört ada ve onu karaya bağlayan asfalt yoldan kurtulabilse arkadaşlarının yanına gitmek için bir saniye bile beklemeyecek olan Karantina Adası. Her şeyin garip bir uyum içinde olduğu bir Urla gecesi. İskelede eğlenen, bu güzel tabloyu şişedeki lâlle renklendiren gençler ve birbirlerini tanıdıkça parlayan, parladıkça yıldızları kıskandıran iki ruh.


“Bu kadar zamanımız varken niye bu gece? Biraz daha vaktimiz olsaydı keşke, illa gitmen mi gerekiyor?” diye sordu Ali, gayri ihtiyari bir şekilde “Yarın gidiyorum biliyorsun” diye ekledi. Zeynep her şeyden çok onun yarın gideceğini biliyordu. Yıllar süren yazlık arkadaşlığının üzerine, hem de bu kadar kısa bir sürede, ona aşık olacağını tahmin etmemişti. Aşkın sadece ilk görüşte doğacağına inandığından, içindeki duyguları kabullenmekte zorlanıyordu. Ama bunlar Ali'nin bu gece anlattıklarının yanında çok küçük sorunlardı. Ali ona İstanbul'daki aşkını, içinin nasıl kıpır kıpır olduğunu, Eylül'de üniversite kayıtlarında buluşacakları günü iple çektiğini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Zeynep'i kıskandırdığının farkında değildi, sadece yeni yeni yakınlaşmasına rağmen kendisine kendinden bile yakın hissetmeye başladığı bu güzel kıza her şeyini, ama her şeyini anlatmak istiyordu.


“Sanırım bir istisna yapabilirim” dedi Zeynep, sağlam bir azar yiyeceğini biliyordu ama bunun üzerinde çok düşünmeden Ali'ye Ezgi'den bahsetmeye devam etti. “Zor geliyor. Onun yurtdışına gitmesi, bir daha asla şu anki halimiz gibi olamayacak olmamız zor geliyor bana.” Gözleri dolmuştu ama devam etti usulca: “Kalbimin yarısı binlerce kilometre uzağa gidiyor, kim bilir bir daha ne zaman göreceğim onu” dedi. Küçük bir duraksamadan sonra hıçkırarak “bu bana ağır geliyor” diye cümlesini tamamladı. Kıskanma sırası Ali'deydi. “Kalbinin bir yarısı da ben olsam”, “İkimiz de İstanbul'a gidiyoruz, ben senin yanında olurum” demek istedi. Diyemedi, yersiz kaçacağını düşündü. Usulca sarılmakla yetindi, “Belki bir gün bana karşı da böyle hisseder”, “Kapkara gözlerinden bir damla da belki benim için çıkar” diye düşünerek kendini avuttu.

Güneş doğmaya başlamış, iskelede sadece ikisi kalmıştı. Her gün dünyayı ve milyonlarca insanın dünyasını aydınlattığından olsa gerek, Ali küçüklüğünden beri güneşi kıskanmıştı. Onun gibi olmak, aydınlatabildiği herkesi aydınlatmak, karanlıkların üzerine çökmek istiyordu. Bu yüzden hukukçu olmak istemişti ama güneşin dünyanın yarısını aydınlatırken yarısını da karanlıkta bıraktığını unutuyordu. Bunlar şu an önemli değildi çünkü bu sabah Ali güneşi kıskanmıyordu. Güneş onları kıskanıyordu; içinde yanan ateşten, patlayan lavlardan kimsenin haberi yoktu, içini soğutacak kimsesi yoktu ve başka birinin böyle bir dosta sahip olmasına tahammül edemiyordu. Güneş adeta okyanustan doğuyormuş gibi Karantina adasının arkasından yükselmesine rağmen o gece güzel olan onun doğuşu değildi, yeryüzündeki iki yıldızın ondan daha parlak oluşuydu.

Üniversite'nin ilk senesi beklediğinden çok farklı olmuştu Ali'nin. Hayatımı bile veririm dediği aşkı, Ali'nin her şeyi Zeynep'e anlattığından, kendisine olan aşkını bile onla daha çok paylaştığından yakınıp durmuş, sonunda da içini kemiren kıskançlıktan kurtulmak için ayrılmıştı Ali'den. “Madem bana bu kadar aşık, dünyasını niye benimle paylaşmıyor, sevgilisi bile olmayan bir kızın en karanlık noktalara inmesine izin verirken, bana niye kalbinin derinliklerini açmıyor” diye düşünmüştü. Ali'ye göre anlamsız kıskançlık yapmış olsa da, çok da haksız sayılmazdı. Ali'nin Zeynep'e ait olduğunu ondan çok önce görmüş, onun bütün tatlı sözleri ve deli gibi atan kalbine rağmen ondan uzaklaşmayı seçmişti. Kıskançlığının verdiği acı, sevgisinin verdiği mutluluktan daha fazla olmaya başlamış, kendini korumak adına bu üçlü oyundan uzak durmayı seçmişti.

Çıkmaya başlamalarının birinci yıldönümüydü. Zeynep bir haftalığına aile saadeti için gittiği İzmir'den yeni dönüyordu. Ali onu terminalden alacak, boğaz kenarında rakı balığa götürecekti. Zeynep otobüsten iner inmez Ali'nin kollarına bıraktı kendini ama bir gariplik vardı. Zeynep titriyordu ve gözlerindeki damlalar fırtına esnasında ait oldukları dala umutsuzca tutunmaya çalışan yapraklar gibiydi. Yorgun ve bitap bir ses tonuyla “Canım, ben yurda gitsem çok ayıp olur mu sana?” dedi. “Ayıp olmaz ama ben bu halinle seni yalnız bırakmam. Lokantayı boşver Bebek Parkı’na gidiyoruz, okula da yakın zaten” diye cevapladı Ali. Zeynep “ama...” der gibi bir bakış attı, Ali “İtiraz istemiyorum” dedi. Zeynep'i içinde kaybolduğu karanlıkta yalnız bırakmak istemiyordu ve kararlıydı.

Parka gidene kadar sessizliğini koruyup, sevgilisini hissetmeye çalıştı Ali. Parkta bir banka oturmalarıyla beraber lafı hiç dolandırmadan “Baban mı?” diye sordu. Bir şekilde onun bakışlarından, surat ifadesinden derdini anlamayı başarıyordu. Bu soruyu bu kadar içtenlikle sormasa bütün gece susacaktı Zeynep ama Ali'nin soruşundaki yakınlık, Zeynep'e onun acısını paylaştığını hissettiriyordu. “Anlamıyorum bu adamı, bütün gün evde oturan anacığım spor yapmaya dışarı gitti diye çıldırdı” dedi. “Saatlerce kavga ettiler, en son ben sana değil onlara güvenmiyorum diye bağırıyordu” dedi. Bu lafa Zeynep çok sinir oluyordu ve dinlemek zorunda kaldığı her kavganın bir noktasında olduğu gibi, bu kavgada da dayanamayıp kulaklarına tıkaç tıkayıp kendini yatağa atmıştı. “Bu adam niye bu kadar kıskanç Ali? Niye normal bir babam yok? Niye tıkaçla uyumak zorundayım ben?” diye isyan etti, suratı sırılsıklam olmuştu ama bundan utanmıyordu. En zayıf halini bile Ali'yle paylaşmak istiyordu.

“Bir şey diyemiyorum canımın içi” dedi Ali biraz umutsuzca. Kibarlık yapmıyordu, bu tarz olayları pek anlayamıyordu ama Zeynep için sorgulayacaktı şimdi. “Bütün kıskançlıkların altında sahip olamadığın şeyleri arzulamak var bence, bütün savaşlar, anlaşmazlıklar da bu yüzden çıkmıyor mu zaten? Arzuladığına sahip olamamaktan?” diye sordu. “Ama annem babamı çok seviyor, zaten ona daha güzel gözükebilmek için spora gidiyordu. Sence de bu ironik değil mi?” dedi ve “Ayrıca arzuladığı şey annem ise, ona zaten sahip” diye ekledi. Uzun bir sessizlik oldu. İkisi de düşüncelere dalmıştı. Olaylara değişik açılardan bakmayı başarabilen Ali'nin aklına ilginç bir şey geldi bir anda. “Canım, umarım kızmazsın ama sana karşı dürüst olmak zorundayım” dedi. Zeynep'ten, istesen de kızdıramazsın diyen bir bakış aldıktan sonra devam etti: “Babanın kıskandığı belki de annen değil, belki de karılarını evden çıkarmayan ama bir yandan da güzelliklerini herkesin görmesini isteyen, yapay bir şekilde namus naraları atan adamlara özeniyordur. Şunun, bunun karısı ne kadar namuslu; bir de Ahmet'in karısına bak diyecekler diye korkuyor olabilir” dedi. “Bir yandan da, spora gidip orada çapkınlık yapan genç erkekleri kıskanıp, çapkınlık yapmaya özeniyor olabilir” diye ekledi. “Bazı erkeklerin, kendi anlamsız hayatlarının acısını kadınlardan çıkarmasına sinir oluyorum” diye bitirdi. Bu son yorumu biraz sert olmuştu ama Zeynep'ten hiçbir düşüncesini saklamak istemiyordu.

Zeynep hiç kızmamıştı, aksine Ali'nin değişik bakış açıları sunmasını çok seviyordu. Cevabını bilmesine rağmen “Sen böyle bir şey yapmazsın di mi?” diye sordu Ali'ye. “Yapmam canım, zaten ben onlara değil sana güveniyorum” dedi. “Benden daha çok seveceğin birisi varsa bende takılı kalmanı istemem zaten. Böyle bir kıskançlık yapmam çünkü hep aklında olduğumu, yanında uyuyup uyanmak istediğin adam olduğumu biliyorum” dedi. Başka birini daha fazla sevemeyeceğine inanmasa böyle der miydi bilmiyordu ama Zeynep'in gözlerinin içini tekrar parlatmayı başarmıştı. Son bir hamle olarak, yıldönümü için aldığı uçak biletlerini çıkardı. Barselona'ya gideceklerdi, Ezgi'nin yanına. Ali Zeynep'in kalbinin öbür yarısının da kendisine ait olduğunu fark ettiğinde, Ezgi'ye olan kıskançlığı geçmiş ve kendi arkadaşıymış gibi sevmeye başlamıştı onu.

Barselona tatilinin üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine rağmen, Zeynep hala büyük bir hayranlıkla herkese Barselona'yı anlatıyordu. La Rambla'daki canlı heykellerden başlıyor, Park Güell ve Sagrada Familia ile devam ediyordu. Limanı şehrin dışına taşıyıp, plaj alanı açarak İspanyol'ların ne kadar mantıklı işler yaptıklarını söylüyordu. Agbar Kulesi’nin gece ışıklandırılmış halini teknolojinin en güzel oyunu diye tanımlıyordu. Hele Casa Milâ'yı öyle detay vererek anlatıyordu ki, Gaudi binayı tasarlarken Zeynep ona yardım etmiş gibi bir izlenim uyandırıyordu insanlarda. Küçük bir fark vardı bu sefer anlatışında. “Hayatımın en azından birkaç yılını orada geçirmek istiyorum” diye bitirdiği konuşmasını, bu sefer “Kalbim oraya ait sanki” diyerek bitirmişti.

Zeynep farkında değildi ama son sözü Ali'ye çok ağır gelmişti. Ali anlamadığı bir şekilde bir şehri fena halde kıskanıyordu. Değişik bir çocuktu Ali, Zeynep'in eski sevgilisini veya ondan hoşlanan çocukları hiç kıskanmamıştı çünkü Zeynep'in onlara karşı bir şey hissetmediğini, kendisini sevdiğini düşünüyordu. Ama Zeynep'in en yakın arkadaşını fena halde kıskanmış, tam bu kıskançlıktan kurtulurken şimdi de karşısına Barselona çıkmıştı. “Bir şehri kıskanmak ne kadar da anlamsız” diye düşündü. Bir yandan kabullenmek istemiyordu ama bir yandan da “Acaba beni bu şehri anlattığı kadar detaylı anlatabilir mi, beni bu kadar iyi tanıyor mu?” diye sormadan duramıyordu. Bu hisleri kendine ve idealist söylemlerine yakıştıramadığından bir şekilde kıskançlığını bastırmayı başarmıştı şimdiye kadar. Ama Zeynep'in son sözüne dayanamamıştı. Artık bastırmayacaktı, içinde tutmakta zorlandığı ateşi püskürme zamanı gelmişti. Bu şehir en büyük düşmanıydı artık.

Üniversitenin bitmesine altı ay vardı ve yüksek lisans başvuru zamanı gelmişti. Beklenildiği gibi Zeynep kendine Barselona'da bir okul bulmuştu, hem de La Rambla'ya beş dakikalık mesafede. Ayrıca aynı okulda Ali'nin istediği konularda çalışan bir hoca da bulmuştu. “Ben Barselona'ya gitmek istemiyorum” demişti Ali. Zeynep bunu anlayışla karşılardı muhtemelen ama Ali “Orası dışında herhangi bir yere gelirim” diyerek saldırısını bir adım ileri götürmüştü. Zeynep'i kendisiyle Barselona arasında bir savaşa sürüklemeye çalışıyordu ama tek başardığı Zeynep'in baba korkusunu canlandırmak oldu ve Zeynep bu savaştan sağ çıkacak kadar kuvvetli değildi. Altı ay süren fırtına durulduğunda, dört yıllık arkadaşlık ve aşk yerle bir olmuştu. Zeynep Barselona'ya gidiyordu ve yaşadığı acıların bir kısmını da Ali'ye yaşatabilmek adına son sözlerini özenle seçmişti: “Eğer isteseydin, seninle burada kalırdım ama şimdi anlamsızca kıskandığın, sana olan sevgimi karşılaştırdığın şehre gidiyorum. Hayatımı seninle değil onunla paylaşacağım artık, umarım mutlu olursun.”

Ayrılmalarının üstünden bir buçuk sene geçmişti. Ali biraz hayata tutunmak adına, biraz da hayallerini gerçekleştirmek adına bir insan hakları derneğinde işe başlamıştı. Bir yandan da İstanbul'da yüksek lisansına devam ediyordu. Zeynep'le ara sıra internet aracılığıyla havadan sudan konuşuyorlar, geçmişe fazla değinmeden muhabbetlerindeki yüzeyselliği koruyorlardı. Bu akşam öyle olmayacaktı çünkü Zeynep İstanbul'a gelmişti ve Ali'ye anlatacakları vardı. Bir şişe şarap ve bir kaç saatlik boş konuşmadan sonra, Zeynep cesaretini topladı ve “İspanyol bir sevgilim var artık” dedi. Ali çok şaşırmamıştı, bu tarz bir şey bekliyordu zaten. Zeynep olayların nasıl geliştiğini, sevgilisinin nasıl biri olduğunu, İspanya'yı ve İspanyolca'yı ondan öğrendiğini uzun uzun anlattı. Ali pek kıskanmışa benzemiyordu. Sırf kıskandırmak için “Adı da Sôl, güneş demek Türkçe'de. Senin hep olmak istediğin gibi” dedi Zeynep. Ali Barselona'yı kıskandığının binde biri kadar bile kıskanmıyordu bu çocuğu. Zeynep'in anlatışından, ses tonundan, mimiklerinden ciddi bir ilişki olmadığını; Zeynep'in acı vermeye çalıştığını anlamıştı. “Çok sevindim, umarım mutlu olursunuz, belki orada yaşarsın bundan sonra” dedi Ali. Soğukkanlı ve hissiz durarak Zeynep'e acı çektirmeyi başarmıştı. Zeynep'in aklına Ali'nin onu Barselona'dan kıskandığı zamanlar geldi, o haline çok kızmasına rağmen büyük bir özlem duydu geçmişe. Ali'yi kıskandırayım derken kendini geçmişi kıskanırken bulmuştu.

Fırtınalı zamanların üzerinden iki yıl geçmiş, Zeynep İstanbul'a dönmüştü. Bu arada Ali dernekteki işini bırakmış, özel sektörde şirket avukatlığı yapıyordu. Derneğin başına kendisinden daha az hak eden birinin seçilmesi buna sebep olmuştu. “Biz bütün işi yapalım ve hiçbir şey yapmayan bu boş adama teşekkür etsin insanlar, ne ala dünya” diye düşünmüş ve bunu takıntı haline getirmişti. Hâlbuki insanları aydınlatıyordu ama farkında olmadığı şey insanları aydınlatmaktan çok aydınlatan kişi olarak ün yapmaya özenmesiydi. Kahramanlık yapmak değil de kahraman olarak bilinmek istiyordu sanki. “İnsanlar beni takdir etmedikten, bana teşekkür etmedikten sonra ne anlamı var ki?” diye düşünüyordu. Bu işi bırakmasa belki de bir sonraki seçimde başa gelebilirdi. Sonuçta çok emek harcamıştı ve insanlar bunun farkındaydı. Ama o kıskançlığına dayanamayıp, bu işlerden uzaklaşmayı tercih etti. Zeynep'le olan her şeyi bir bir yıktığı gibi bu sefer de sevdiği işini kendi elleriyle yıkıyordu. Kendi kalbinde iyileşmeyecek yaralar açmak konusunda ustalaşmıştı adeta.

Ali'nin otuz yaşına gelmesine bir iki ay kalmıştı. Yıllardır hiçbir şey hissetmemişti; mutluluk, hüzün, kıskançlık, kızgınlık. Bunların hiçbiri bir anlam ifade etmiyordu artık. Adeta hissiz bir adam olmuştu. Kıskançlık denen garip duyguyu, en son Zeynep'in evleneceğini duyduğunda hissetmişti. “Ona anne diyen küçük şirin yaratıklar bana baba demeyecekler. Asla!” diye diye, yağan her yağmurla beraber o da ağlamıştı. Yağmurlar bitmemişti ama onun yaşları bitmişti. Hayata karşı akıtacak bir damlası bile kalmamıştı. Hep kaçmayı seçmişti ve bu konuda çok başarılı olduğundan artık kaçabileceği hiçbir şey yoktu. Zarar verebileceği bir tek kendisi kalmıştı ve kendisinden kaçamayacağını çok iyi biliyordu.

Ali'nin otuzuncu doğum günü, İstanbul ahalisi için sıradan bir pazar sabahıydı. Ama Ali için hayatını değiştirecek gün olacaktı. Usulca kalktı yatağından, üstünü giyindi. Boş boş etrafına baktı, evdeki sessizlik onu rahatsız ediyordu. Sessizliğin sesi Ali'nin içinde çığlıklara dönüşüyordu adeta. İçeri biraz ses girsin diye camı açtı. Bu sefer de sokakta gülüp eğlenen gençlerin sesini duyunca, hayata karşı bir şeyler hisseden insanları ne kadar çok kıskandığını fark etti. Üniversite yıllarını tekrar yaşamak istiyordu, gerekirse aynı hataları tekrar tekrar yapmak istiyordu ama böyle bir şeyin mümkün olmadığının farkındaydı. Yeni bir şans istiyordu ama kördüğüm olmuş beyninde bir çözüm bulamıyordu. O sırada gözü Zeynep'le beraber gittikleri Kapadokya gezisinde aldığı hançere takıldı. Satıcının “Gel abi gel, kağıttan ince, kılıçtan keskin, saraydan süslü hançere gel” deyişini hatırladı.

Hançeri eline aldı, üstünü usulca çıkardı. Bir çözüm bulmuştu sonunda, ölümü kıskanmayı seçmişti bu sefer. “Bir ihtimal başka bir dünyada sıfırdan başlarım” demişti kendine. Kendi elleriyle kararttığı kalbini kana bulamak istiyordu şimdi. Hançeri kalbine saplamak, yaşadığı karanlığa kan katarken son kez bir şeyler hissetmek istiyordu. Kalbine saplayacağı hançeri yavaş yavaş çevirmek istiyordu. Büyük bir acıya özlem duyuyordu adeta. Yaptığı her şey için kendine verebileceği en güzel cezaydı bu. Hançeri kalbine yanaştırdı, bir an duraksadı, sonra hafifçe değdirdi. Göğsünü kanatmayı başarmıştı, dışardan gençlerin kahkahaları gelmeye devam ediyordu. Yaşadığı onca şeyi düşündü. Urla'yı, İstanbul'u, Barselona'yı, üniversite yıllarını bir daha gözden geçirdi. Vücudu yaşlanmıştı ama o hayatını o yıllarda dondurmuştu. Bunca yıl hiçbir şey yaşamamıştı sanki. “Hançeri biraz değdirmem bile bu kadar acı veriyorsa, belki de hala umut vardır” diye düşündü. Yeni doğan hasta bir bebek gibi ölüme de yaşama da aynı mesafedeydi. Camdan içeri vuran güneşe baktı ve güzel şeyler düşünmeye çalıştı. Ama gözleri hemen elindeki hançere dönüverdi ve yaptığı onlarca hatayı düşündü. Bir güneşe, bir hançere baktı. Bir içindeki ışığa, bir kararmış kalbine baktı. Bir zaferlerine, bir yenilgilerine baktı. Bir kalbinin yarısını ona veren Zeynep'e, bir başkasıyla evlenen Zeynep'e baktı. Hangisini daha çok kıskandığına karar vermesi gerekiyordu: Güneşi mi hançeri mi? Yaşamı mı ölümü mü?


DORUK TUNAOĞLU

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder